4 Ara 2012

tükeniş


kahvaltı yapmak için heyecanla yataktan kalkıyorum. özellikle sıcak çayımı elime almak ve o sırada dizimax’i seyretmek odaklanabildiğim, istediğim tek şey oluyor.

bu sabah, dünden kalma,  fırında pişirdiğim kırmızı bursa biberi vardı. onu kabuğundan ayırdım ve küçük dilimler haline getirdim. yine dün fırında pişirdiğim sarımsak tanelerini ezdim. kırmızı biberin üzerine koydum. aşağı çekmeceden nar ekşisini aldım ve yine üzerine birkaç damla döktüm. haa! zeytin yağını unutmadım ve yine üzerine döktüm. karıştırdım.  görüntü iştahımı kabarttı. sabırsızlandım. çatalla azıcık tadına baktım. tam da damağıma göreydi.

öte yandan çay, ıslık çalarak demlememi bekliyordu. isteğini hemen gerçekleştirdim. bir tane de karanfil attım. ohh miss..

ekmek olmalıydı. yoksa hayatta aşağı inmezdim. güne,  markete giderek , başlamak istemem, moralim bozuluyor. henüz insanlarla karşılaşmaya hazır değilim.

neyse ki ekmeği, sepetin içinde saklanmış halde buldum. ona gıcık oldum çünkü bir an olsa bile, ekmeksiz kahvaltı fikri canımı sıktı. anladığınız gibi, aşağı inmektense, ekmeksiz kahvaltı yapmaya hazırdım.

annemin yeşil , taşla kırılan zeytinlerini sudan geçirdim. çok parlak görünüyorlardı. onları daha çok leblebi gibi atıştırmayı seviyorum.

küçük bir kaseye biraz bal koydum.  balı sevemedim gitti. fakat ona alıştım diyebilirim. ağzımda bıraktığı yoğun şekerli tadı sevemedim.  yine de her sabah iki kaşık bal yemeğe dikkat ediyorum. güya beni güçlü tutacak ve hiç grip olmayacaktım.

her şey hazır mı? değil. çiçekli masa örtüsünü, televizyon karşısındaki sehpanın üzerine yayıyorum. biberimi, zeytinimi, bal kasemi ve çayımı sehpaya diziyorum. nevalem az ama ferah görünüyor. bir an doymayacağımı düşünüyorum ama tembelliğimden, başka bi şey yapmak istemediğimden, kendimi ikna ediyorum. Bol tahıllı ekmeğimi de çok yersem doymamak için neden kalmaz.

sırasıyla, önce sehpa, sonra televizyon önümde duruyor.  veep  başlıyor, yaşasın!
ekmek dilimini ikiye bölüyorum. biber tabağına dolduruyor, ağzıma atıyorum. parmaklarıma zeytin yağı  bulaşıyor ama ben , peçeteyle hemen siliyorum. bir yudum çay, birkaç leblebi niyetine zeytin.

genellikle, en sevdiğim şeyleri, en sona saklarım. sanki doyduğumda onların gerçek tadını daha iyi kavrayacağımı düşünürüm. çünkü açken amacın, sadece mideni yatıştırmak oluyor. ama bu sefer bal hiç cazip gelmiyor, onu yemek istemiyorum.

biberleri ağzıma dolduruyor, ekmekle suyunu banıyor, çayımı yudumluyorum. yalnız  bunları yaparken,  sehpaya doğru eğilmiş olduğumdan boynum ve sırtım  ağrımaya başlıyor. çayımı alırken sırtımı dikleştiriyorum, boynumu sağa sola çeviriyorum. biraz işe yarıyor.en azından kısa bir süre için.

fakat düşündüğüm kadar yavaş olamıyorum. biber ve zeytin eş zamanlı tükeniyor. çayımı tazeliyorum. balı da okula gitmeden hemen önce yemeği tasarlıyorum. dizi reklama girince topluyorum. sofra örtüsünü silkeliyorum. önce olduğu gibi sıkıştırıp koymak istiyorum ama sonra vazgeçiyorum. katlayıp çekmeceye koyuyorum. aceleyle kanepeme yerleşiyorum. öyle ki ‘two and half man’ deki kanepede oturduğumu zannediyorum. zira bu dizide çekimlerin çoğu kanepede oluyor.  ben de evde geçirdiğim zamanımın çoğunu burada geçiriyorum. gri kanepe.

zaman hızla tükeniyor. saate bakıyorum; 11:00. hazırlanmam gerekiyor. istemesem de kalkıyorum. gözüm televizyonda, dişlerimi fırçalıyorum. elbiselerimi değiştiriyorum. hafif makyajımı yapıyorum. düşüyorum yola.
okulun öğretmen odasına her girdiğimde zümrem selahattin bana, ‘milaaan, miilaaan, hoş geldin!’ diye ünlüyor. ben ise sadece içimden, ‘selaaahattin selahaaattiin!’ diyebiliyorum. gerçekte ise sessizce ‘merhaba hocam’ diyorum. çünkü o benden 30 yaş kadar büyük. benim için yaşın önemi yok tabi ama onun için önemli. çünkü bir ara ona öyle hitap ettim ve o hiç gülmedi. ben de bir daha yapmadım.
işte bu kadar. her günüm böyle geçiyor. bilin istedim.