31 Mar 2008

deprem!


geçen perşembe, gecenin bir vakti, uyuya kaldığım kanepe ileri-geri sallanmaya başlayınca, anında ayağa kaltım, ''deprem oluyor!'' dedim. hemen ellerimi birbirine kavuşturup ve bir de boynumu kambur yapıp beNHayattayken'in uyumakta olduğu odaya doğru seğirttim. fakat koridor mantıksız bir şekilde uzundu ve git git bitmiyordu. sanki biri arkamdan ''koş lola koş!'' diye bağırıyordu.

sonunda amacıma ulaştım ve erhanbey'i uyandırdım fakat depremin olduğuna inanmayan erhanbey hemencecik uykuya daldı.

tabiî ben bir daha uyuyamadım. ayağa kalktım. eski yerime geçeyim de tv izleyeyim, belki sakinleşirim, dedim.

salona geçtim. tv'yi açtım. kanepeme uzandım. bir iki saniye sonra deprem daha şiddetli olarak geri geldi. hemen ayağa kalktım. tekrar koridora yöneldim. bu anı daha önce yaşamış gibiydim.

erhanbey'in yanına vardım. allahım. dünya yıkılıyordu ve onun umurunda değildi! (n'apıcam ben?!)

sonra sabah oldu ve erhanbey ankara'ya gitti.

bu sabah saat yedi sularında, aynı kanepede uyurken, küçük bir sarsıntı daha oldu. hemen hissettim ve ayağa kalktım. koridora yöneldim ama sonra durdum. evde kimse yoktu: ''acaba ne yapsam, neyin altına girsem? acaba bu ev sağlam yapılmış mı? hiç sanmam, daha şiddetlisi tekrar ederse?!...''

kendime geldiğimde salondaydım. erken saatlerde giyindim, okulun yolunu tuttum.

30 Mar 2008

pazar sohbeti


sabah kalkmayla bilgisayarı açtım. gazetelere şöyle bir baktım. biraz hasta hissediyorum galiba... peri'nin bahar sesleri eşliğinde kendime güzel bir kahvaltı hazırladım. biraz evi toplamaya çalıştım. hafta sonumun en güzel gününü, temizlik derdiyle geçirmek istemedim ve vazgeçtim.

şimdi kendime güzel bir kitap seçmeliyim. günlerin nasıl da su gibi akıp geçtiğinden haberim olmamalı...
dedim ya biraz keyifsizim; yüzümdeki kırışıkıkların arttığını farkediyorum. geçen gün iki kat yukarı çıkarken öyle bir tıkandım ki ölecek gibi oldum. kalbim arada bir daha hızlı atıyor. kollarımda bir sarkma sezinliyorum. saçlarımdaki aklar da günden güne artıyor.
bir de tanımadığım çocukların 'abla' yerine 'teyze' demeleri kendimde fark etmediğim değişimleri gözüme sokmuyorlar mı, deli oluyorum.
dün okuldan gelirken, 'hafta sonları halk oyunları çalıştırıyorum' pazara uğradım. yeşil sebzelerin pazar yerinde, marketlere göre daha taze ve coşkulu olduğunu düşünüyorum. tezgahların arasından birine yönelerek, ''maydonos alacaktım?'' dedim. oradaki genç satıcı da, yoksa dede mi demeliydim bilemiyorum(!) bana ''tabi yenge, buyur!'' dedi. çok kızdım. nerem yenge ya? manyak mısın kocamış adam!? dedim içimden.
ölümden korkmuyorum ama yaşlılıktan ödüm patlıyor:
yaşlı iken, genç insanlara imrenme olasılığımdan, hastalıklardan, ölümün bana doğru yavaş yavaş gelirken onu hissetmemden, o yaşlarda genç birine aşık olmaktan çok korkuyorum.

şimdi de içimi açacak bir şey yapmalıyım. gözüm, lawrence durell'in 'justıne' kitabına ilişti. onu okuyayım bari... belki de film seyrederim ya da cildime, memleketimden getirdiğim doğal zeytin yağımla bakım yaparım...

28 Mar 2008

fen ve teknoloji ve deniz gezmiş

bu gün fen bilgisi dersinde, dünya'nın şekli ile ilgili, geçmişten günümüze kadar bilim adamlarının fikirlerini ve karşılaştıkları zorlukları anlatıyordum. çocuklar merak ettikleri soruları sormaya başlayınca da sözü oğuzhan'a verdim.
''öğretmenim, sen bize tüm tarihi anlatmıyorsun!'' dedi.
birden panik oldum:
''acaba hangi bilim adamını unuttum; pisagor, aristo, kristof kolomb, macellan, hım hım hım!?'' diye heyecenlandım.
bazen hazırlanmadan derse girdiğim için, hep bir şeyleri atlamaktan korkarım fakat genelde atlamam.
'neyi unuttum oğuzhancığım?!' diye sordum.
oğuzhan, biraz sonra söyleyecekleriyle ilgili olarak kuşkulu görünüyordu:
''öğretmenim, siz hiç deniz gezmiş'ten bahsetmiyorsunuz!'' dedi.
beni bir rahatlık, bir şaşkınlık, bir merak sardı!
durumu anlattım; konumuzun deniz gezmiş'le ilgisinin olmadığını, onun dünya'nın şekli ile ilgili bir görüş bildirmediğini, tarihe başka konularla ilgili olarak geçtiğini, fakat okul kitaplarına alınmadığını belirttim. isterse başka kaynaklardan onun hakkında bilgi edinebileceğini söylerken, deniz gezmiş'in oğuzhan'ın aklına nerden geldiğini fark ettim :
herkesin dilinde olan ve benim de 'moralim bozuluyor' diye seyretmediğim 'hatırla sevgili' dizisinden etkilenmişti.
konu dağılmasın diye de daha fazla üzerinde durmadım.
'dizi, çocukların yeni süper kahramanını yarattı galiba,' diye düşünmekten kendimi alamadım.

bu günlerde de oğuzhan şaha kalkmış, gündemi hep o belirliyor...

21 Mar 2008

çocuk istismarını durdurun!


ilkokul dönemlerinin yaz tatillerinde, ablamın eşi yurt dışında çalıştığı zamanlarda korkmasın diye ablamın yanında kalırdım. çok da sevinirdim. çünkü yemekleri çok lezzetliydi.
o zamanlar bayrak radyosu'nu dinlerdik. şu an 53 yaşında olan ablam, geçmiş aşkını, pişmanlıklarını, geçmişe olan özlemlerini, komik hikayelerini hep bu radyo eşliğinde bana anlatırdı. balkonda oturur, bağımlısı olduğum lezzetli yemeklerinin eşliğinde esmeray ''gel teskeree! gel teskeree!'' derdi.
bir de trt3 vardı ki klasik müziği onun sayesinde tanıdım. trt fm'de de gece 24.00'te (ismini hatırlamıyorum) bir erkek spikerin buğulu bir sesle sunduğu programlar olurdu. tabiî ben de o sıralar ilkokulda öğretmenime aşıktım. buğulu ses eşliğinde o yaşta onun için ağladığımı, bir türk filminde olduğu gibi; büyüyüp, güzelleşip karşısına çıkacağımı hayal ederdim. yanlış anlamasından korkmama rağmen (her ne demekse?) ablama öğretmenimi anlatmak için sabırsızlanırdım.
o günlerde ablamın kayın babası da çok içki içerdi. elinde sürekli çikolata, bisküvi, sakız gibi şeyler olurdu. gördüğü çocuklara da ''gel, seni öpeyim.'' dedikten sonra öper, çikolatalarını ellerine sıkıştırırdı. yemeklere düşkün olan ben de bu öpücüklerden nasibimi almıştım. yanaklarımıza konan öpücüklerinden hiç hoşlanmazdım. ancak hayır da diyemezdim. 'hayır' demek için geçerli bir sebebim yoktu.
işte böyle...

mır mır mır

delirmek üzereyim galiba! sürekli, birilerinin tartışması, benim dediklerim, başkalarının demek istedikleri veya bir gazete haberi, öğrencilerimin hissettikleri, benim rahatsızlıklarım, kaygılarım, hayatım, bulunduğum yüzyılın sorunları(!) zorunluluklarım, yaşadığım uykusuz günlerim ve nedenlerine kafa patlatmam, patlatıyorum diye de kendime kızmam... aaaayyyy!

beynimin içi kaynıyor; ufolarla ilgili bir belgesel izlemiştim. büyükbaş hayvanlar ölü bulunuyordu ve o yerin sakinleri, ölüm sebeplerinin ufolar olduğunu düşünüyorlardı. çünkü; koca hayvanlar, boğazları kesili halde bulunuyor ve kana hiç rastlanmıyordu.
fakat yapılan araştırmalarda, boğazlarının başka bir hayvan tarafından kesildiği, kanın da bir tür kurtçuk tarafından temizlendiği görülüyordu. birçok kurtçuğun kanı nasıl kana kana içtiğini de ses efektleriyle birlikte göstermişlerdi.

özellikle solucanların hareket tarzlarını ve seslerini aklımdan çıkaramıyorum. çünkü en sevmediğim canlı türüdür kendileri. şimdi onları beynimin merkezinde hissediyorum gibi. birbirlerine girmiş kanımı emiyorlar sanki. bir de emerken çıkardıkları boğuk olan o 'gırrrk gırrrk' sesleri...

ben küçük iken ve topraktan hamur yapar iken birden kırmızı kırmızı veya boz boz, kıvrıla kıvrıla karşıma solucan çıktığında üç gün yemek yiyemezdim. arkadaşlarım da onu ikiye böldüklerinde bile ölmemesi bana çok korkunç gelirdi: ''nasıl oluyor da ikiye bölüyorsun ve ölmüyordu? ne biçim şey? hala kıvrılıyor ya?' gibi cümleler akıp giderdi.
korkunç bir yazı oldu şimdi de...