29 Eki 2006

stendhaL

erhan yeni bir dergi keşfetti.
fakat derginin, ağlak, rol kesen bir dili var ki bundan hoşlanmadım.
ilerleyen sayfalarda stendhal'ın hayat hikayesi ile ilgili bir yazı vardı; okurken hayretler içinde kaldım.
stendhal;
-küçük yaşta annesini kaybetmiş.
-gündelik hayatta sürekli yalan söylermiş. yani, gerekmeyen durumlarda bile otomatik yalan makinasını çalıştırırmış.
-sürekli takma isim kullanırmış.
-sürekli kendiyle uğraşırmış: yüksek bir sanat eseri karşısında hissettiği aşırı duyarlılık ve kendinden geçme hâli psikolojide 'stendal sendromu' denilen bozukluğa adını vermiş.
-benci imiş. (bencillikle karıştırmayın.)
-asıl adı;henri beyle'miş.
-çok sevdiği italya için yazdığı sanat tarihi kitabının dörte üçünü başka kitaplardan aşırmışmış.
-'haydn'ın hayatı' kitabının yüzde yüzünü aşırma yollarla yazmış.
-yüzü yuvarlak ve kiloluymuş.
niçin bunlar beni ilgilendirdi? beni şaşırtan stendhal değil tabiî ki.
yakinen tanıdığım birine benzerliğidir beni şaşırtan.
ne dersiniz erhaNBey'in sevgili dostları?

20 Eki 2006

şiir

şiir ve fıkralarla aram hiç iyi olmadı. bana biri fıkra anlattığında, gülmem gerektiğini düşündüğüm için hep baskı altında olurum. kafamda sürekli fıkranın bitiminde gülmem gerektiği yahut gülmezsem anlatıcıya ayıp olacağı olur. bir de gülmezsem fıkrayı anlamamış olacağım.
öte yandan benim için hiç bir sürprizi yoktur.(monoton bir zeka var tabi)
şiirden zevk almaya gelince, bir kaç ünlü şiir hariç, aynı stresi şiirde de yaşarım.
ahmed arif'in hiç bir şiirini ezbere bilmem fakat sesi hala kulaklarımdadır. nazım hikmet bir idol olduğu ve otoriteler tarafından iyi şair kabul edildiği için şiirlerine saygı duyarım.çünkü ben şiirle o kadar ilgilenmemişim, konuşmaya hakkım yok aslında. orhan veli'nin hayatını şiirlerinden daha çok bilirim.
yunus emre'nin ermişliğini hep başkalarından öğrenmişimdir.
belki de şu okulda öğrendiğimiz şiirlerden ve ya milli eğitimin şiir anlayışı yüzünden şiir okumayı sevmedim. şiir dinlemeyi de ne yazık ki.
fakat şimdi şiirden huzur duymaya başladım. okul ve günlük işler bitiminde eve yorgun argın geliyorum. ben HAYATTAYKEN'den fırsat bulursam şu güzelim döner koltuğa oturuyorum. sonra da 'albatroslar' sitesini açıyorum. belki de ilk defa şiire, bu blog sitesi sayesinde, ihtiyaç duyuyorum.. beni dinlendirdiğini hissediyorum.
albatroslar şairi, şiire daha yakın hissetmemi sağlıyor.

gerçek seçim


>>>resmin üzerine tıklarsanız büyür...
bu gün de seçim yaptık. sandık ve seçim kurulunu oluşturduk.
başkanımız 6 oyla III. sınıftan Kevser Saylan, başkan yardımcımız 4 oyla IV. sınıftan ali saylan oldu. ali, seçimden önce sınıfa hitaben yaptığı konuşmada, okulun ihata duvarının yaptıracağı vaadinde bulunuken, kevser saylan, yola kaçan topları getireceğini ifade etmişti.
erhanım da bize çok güzel oy pusulaları hazırladı. çocuklar çok mutlu oldular. fakat, öğrenciler oy verirken, aday öğrencileri düşünmeyip sevdikleri çizgi film kahramanlarına mührü basmayı tercih ettiler. erhancım, gene de sağol, sayende gerçek bir seçim yaptık.

18 Eki 2006

boya-badana

bir eylülden beri muhtarın peşindeyim. okulun boyanması gerekiyor.
muhtar mehmet efendi'nin, okulla ilgilenmesini bir türlü sağlayamadım. dört yeğeni de okulun öğrencisi oluyor.
'milli eğitimden boyaları, fırçaları da almışım, daha ne istersin mehmet efendi? yapacağın sadece bir boyacı bulmak, mehmet efendi, öldürdün beni mehmet efendi' diye söylemedik laf bırakmadım.
köy sakinleriyle de konuştum. kimse yapmayacağım da demiyor. boyalar da bozulup duruyor.
çok kızgın olduğum bir sırada öğrencilerime 'sizin babalarınız şöyle de böyle!'dedim.
gülser adlı öğrencim de benim bu kızgın halime iştirak etti.
'biz de belediyeye söyleyelim, onlar da boyayı yapmazsa biz yapalım' diye bağırdı. ben de aynı kızgınlıkla 'tamam' diye bağırdım. belediyeye gitme diye bir düşüncem yoktu tabi.
fakat o günden beri her sabah gülser sormaya başladı;'belediyeye gittiniz mi?' diye.
her gün o'na bahaneler uydurmaktan yorulduğum için, bu gün belediyeye gittim. başkan yrd. ile görüştüm. köyün durumunu anlattım. bşk. yrd. 'tamam, yarın bir işçi göndereyim.'demesin mi?
sevindim, en çok da 'gülser, senin fikrin sayesinde okulumuz boyanacak!'diyeceğim için sevindim.

16 Eki 2006

howl'un yürüyen şatosu

holw'un yürüyen şatosu ne güzel bir çizgi filmmiş!

13 Eki 2006

orhan pamuk

orhan pamuk'un nobel edebiyat ödülü almasına çok sevindim.

şaşırdım yav!

sabahları, çocuklarla selamlaşıyoruz, çevre temizliği yapıyoruz, andımızı okuyoruz ve derse giriyoruz.
herkes çok düzenli bir şekilde kitaplarını,defterlerini hazırlıyor. kalemlerini açıyor.
derken dersle birlikte karmaşa da başlıyor: ellerim havada etrafa emirler yağdırıyorum.
-siz ikiler hayat bilgisinden haklarınızı bir kağıda yazın!
-hey üçler, ne konuşuyorsunuz hâlâ, beni dinler misiniz? zahmet olacak ama?
-dört ve beşler sosyal bilgiler'den 5. ve 6. etkinlikleri yapın!
birlere döner dönmez, yüzüm başka bir hâl alıyor:
-bir oyun oynayalım (onlara, 'ele' fişini vereceğim ve 'elle' sözcüğünü oluşturacağım)çok seviniyorlar, oyun iki dakika sürmüyor; ben hemen,
-okuyun bakıyım; eeeellll, elleeee
çocuklar donuyor, 'bu da ne şimdi?'der gibi bakıyorlar.
uzun uzun bakışıyoruz.
ders 'el', 'elle', 'el ele', naralarıyla bitiyor.
diğer dersler de hep aynı yoğunlukta geçiyor. üçüncü derste pilim bitiyor. hangi sınıfa hangi dersi anlatacağımı unutuyorum.
bir ara şöyle bir şey oluyor:
dördüncü ders matematik. dörtlere açılar konusunu anlatıyorum.
-kaç çeşit açı.... (ikinci sınıf hüseyin 'öğretmenim biz ne yapacağız?' diye sorar. derken ona sözümü bitirdikten sonra konuşması gerektiğini ve bu yüzden kızdığımı anlatıyorken birinci sınıf bedirhan resmini gösterir. üçüncü sınıf kevser o sırada 'problemi çözdüm doğru mu?' diye bağırır. dersin ortasına gelmişiz daha ben asıl konuya gelememişim.
o an kafayı sıyırdığımı düşünüyorum ve avazım çıktığı kadar bağırıyorum:
-susuuuuun! delireceeem!
yaklaşık her gün benzer olaylar cereyan ediyor. sıkıldım artık yav...

(ben yazdıklarımı erhan'a gösteriyorum. her zaman şu diyaloglar gerçekleşiyor:
-nasıl? iyi yazmış mıyım?
-çok güzel yazmışsın!
-yaa, doğruyu söyle!?
- şimdiye kadar yazdıklarının içinde en iyisi bı!
-gerçekteeen?-
-hı hıı!
)

9 Eki 2006

yurt

'yurt' kelimesini okula başlamadan önce duymuş olsaydım, aklıma sevgi, güven kavramları gelirdi.
fakat şimdi; soğuk, mutsuzluk, özlem, kargaşa, haksızlık gibi daha sayamadığım sevimsiz kelimeler geliyor.
burdur'da iki yıl yurtta kaldım. şimdi öğretmenim ve yurtta belletmen olarak nöbet tutuyorum.
her nöbetimde, çocukların yalnızlığını farkediyorum. yurtta, ilköğretimin ikinci kademesindeki öğrenciler kalıyor. hepsi köylerinden getirilmişler. devlet taşıma parası ödememek için onları ailelerinden ayırıp okutuyor.
12 yaşındaki bir çocuğu ailesinden ayırmak ne demek yahu? bizim gibi öğretmenler onlar kaçmasın diye de başlarında bekliyor. sıcaklık yok, temizlik yok.
bir de oruç zamanı.
180 öğrencinin 120'si oruçlu. yurt ortamı, tutmayanları da tutmaya zorluyor. gelişme dönemindeki bu çocuklara yetişkin öğretmenlerden bir kişi bile tutmamaları gerektiğini anlatmıyor. çünkü onlar iyi müslümanlar, allah'a şükür böylece cennetten hemen bir parsel kapmış oluyorlar. niye çocuklar da tutmasın? büyümüşler artık, yaşları nerdeyse 13 olacak!
tutan öğrenciler gece 2'de kaldırılıyorlar. (birini kaldırmakla görevlendirildim, bir kaç defa uyandırmaya çalıştım, uyanmadığını farkedince tekrar yanına gittim. bir de ne göreyim; çocuk kazağını tam boynundan çıkarmak üzereyken uyuya kalmış.) pata pata yurt yerinden oynuyor. onlara pide ve çay veriyorlar. çocuklar tekrar uyumakta zorlanıyorlar.
tutmayan öğrenciler de sabah zeytin ve çay alıyorlar. anonsları da şöyle' oruç tutmayanlar aşağııııı!'
başlarında kendilerinden küçükler var. onlar ne yapsın?

7 Eki 2006

ZEDELENME:
Şenay ve Hasan çocuk sahibi olmayı çok istiyorlardı. Çok geçmeden ilk çocukları olan Hasan dünyaya geldi.
Hasan çok zeki, okulunda da başarılı idi. Bir kardeşi olsun istiyordu. Bu isteğini ailesi de paylaşıyordu.
Hakan 5 yaşındayken annesi Şenay hamile kaldı.. Gerekli olan tüm besinleri alıyordu. Eşi Hakan Şenay’a her işte yardım ediyordu. Şenay çok mutluydu. Böylece Hamileliği problemsiz geçti.
10 Aralık 1997’de Ayşe doğdu.
Ayşe, akranlarından farklı görünüyordu. Gözleri çekik gibiydi. Hafif tombuldu. Anne ve babasına hiç benzemiyordu. Her türlü bakım, itina gösterilmesine rağmen normal bir gelişim göstermiyordu.
Algılama, taklit etme yeteneği, dil yeteneği farklıydı. Anne-baba, Ayşe’nin bu farklılıklarını geçici olarak görüyordu. Bir gün O da bu hastalığı atlatacak, akranları gibi bir bebek olacaktı.
Bir gün çevrenin ve annenin ısrarı ile Ayşe doktora götürüldü: Ayşe (doğum öncesi) kromozon fazlalığından dolayı DAWN SENDROMU olduğu tespit edildi.

YETERSİZLİK:

Ayşe, annesinin tüm çabalarına rağmen konuşamıyordu. Kendine ait bir dil geliştiriyordu. Tuvalet alışkanlığını bir türlü edinemiyordu. Çevresine uyum gösteremiyordu. Arkadaşlarıyla oynayamıyordu. Olayları zor algılıyordu. Ağabeyi Hakan, Ayşe’ye resim yaptırmak istiyordu. Ayşe boyama kitaplarını algılamakta zorlanıyordu.

ENGEL:
Babası Hasan Ayşe’nin bu durumunda bir anormallik görmüyordu. Onun için geçici bir durumdu. Sadece ağabeyi kadar zeki değildi.
Bu nedenle; Ayşe 7 yaşına geldiğinde, babası O’nu normal eğitim veren Atatürk İlköğretim Okulu’na kaydetmek istedi. Okul müdürünün itirazlarına rağmen; baba Hasan’ın isteği oldu. Ayşe 1-A sınıfındaydı.
Sınıf öğretmeni Kıymet Hanım bir türlü çizgi çizmesini öğretemiyordu. ‘öğretmenim’ kelimesini bile telaffuz edemiyordu. Öğretmenini dinlemiyor, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Sınıf kurallarına uymuyordu. Sınıf arkadaşları Ayşe’yle alay ediyorlardı. Ağabeyi Hakan Ayşe’den utanıyordu. Ayşe’nin bir dünyası vardı ve bu dünyaya kimse ulaşamıyordu.

Aile-çevre-okul, Ayşe için bir düzenleme yapmıyordu. Toplum, Ayşe’yi yok sayıyor, yapabileceklerini gerçekleştirme şansını önüne engeller koyarak yok etmiş oluyordu.

[bu günlerde zihinsel engellilerle ilgili bir hizmet içi eğitim kursuna devam ediyorum; bu yazı o kurs için hazırladığım bir ödevden alıntı...]