30 Eki 2008

sınav görevim: 25.10.2008

sınav görevim yüzünden, bu güzel cumartesi gününü sınıfta 2.5 saat oturarak geçirmek zorunda kaldım.

ehliyet sınavında gözcüyüm.

gariban gariban çevrelerine bakınıyor, e tipi sürücü belgesi için ter döküyorlar. okuduklarını anlamakta zorlanıyor gibiler. (sınava girenler genellikle lise mezunu. )

sınıfta ağır bir koku var.

bir tanesi demin bana ''yaa hocam, cevap kağıdına çarpı koydum yeterli mi?'' dedi. ben telaşla, ''hayır hayır! şu şekilde doldurmanız gerekiyor...!'' dedim.

biraz çelimsiz, zayıf ve hafif sakallılar. giyimleri ekonomik durumlarını ele veriyor. sadece üç kişinin üzerinde kot var. diğerleri sınavın ciddiyetini abartmış ve takım elbiseyle gelmiş.

bir tanesinin adı akşemseddin. beyaz ve ince bir gömlek var üzerinde, atleti de görünüyor, siyah, parlak ve uzuun burunlu bir ayakkabı giymiş. ama kendini sınava iyice vermiş gibi görünüyor. sınıf soğuk ve acaba o üşüyor mu?

bir ara üç arkadaş fethiye'de tatil yapıyorduk. öğrencilikten yeni kurtulan milan-nalan ve öncül ve bir de bizden 6 yaş küçük öncül'ün kuzeni dönüş.

biraz macera arıyorduk sanırım.

yol paraları da fena cebimizi yakıyordu. otostop çekmeye alışkın fethiye'li arkadaşımız öncül ve kuzeni dönüş, güvenli görünen, içinde hemcinslerimizin de olduğu arabalara el kaldırıyordu. kamyonları görünce kalp atışlarımız hızlanıyor, korkuyla onlara sırtlarımızı dönüyorduk. fakat hissettiklerimizi birbirimize itiraf edemiyorduk. geçen arabalar genellikle turistlere ait oluyordu ve güvenli görünüyorlar fakat bizi almakta tereddüt ediyorlardı.

iyice endişelenen arkadaşımız nalan, koca koca kamyonları görünce aniden '' yaa! verseydim verseydim de sevdiğime verseydim barii!'' deyiverdi.

hâlâ ara ara o günleri düşünürken aklıma nalan'ın bu sözü gelir, gülerim. yani ne olursa olsun, vereceksen, sevdiğine vereceksin değil mi? şu feodal ülkemde...

beyaz gömleklide biraz elvis presley havası var; kağıdını vermeye geliyor.

bu hafta sonu ankara'ya gidecektim, sınavdan dolayı haftaya kaldı ama iyi oldu.

şimdi de uykum geldi. zaman geçmiyor ve sınıf iyice soğudu.

bu aralar sık sık yaşadığımız krizi düşünüyorum. haberlerde daha önce yaşanan 'büyük bunalım' döneminin sonuçlarını hatırlatıyorlar sık sık... insan ister istemez korkuyor. ama anlamakta zorlanıyorum; bu paralar nereye gidiyor? doğadaki maddeler yok olmuyor da bu paralar nasıl aniden böyle yok olabiliyor!? yeni ekonomik sistemler ortaya çıkacakmış falan. dolar neden yükselir? borsa neden çöker? neler oluyor?!!!

geçen gün bir yemekte arkadaşımın akrabası, ''bu kriz biraz da ilahi bir uyarı!'' dedi. içimden, ''iyi de ilahi uyarılar neden hep ekonomik olarak zayıf insanları veya ülkeleri vuruyor da asıl sorumluları es geçiyor?'' demek geçti ama sonra vazgeçtim. çok kızdım fakat nafile kime neyi anlatacaksın?

sınavdakileri tatlı bir panik sarmaya başladı galiba. fısır fısır ve hızlı hızlı okuyorlar. neredeyse okuduklarını duyabiliyorum. içimden ''içinden oku evladım, yavrucuğum!'' demek geliyor.

aha! biri yanıma geliyor:

''hocam bu soruda bana yardım eder misin?''


yanımdaki öğretmen panikle ''aman aman biz de bilmiyoruz ki!'' diye benim adıma reddediyor.

birazdan çıkacaklar. ben de deniz'le buluşacağım. brodi'yle ilgili sorunları halledeceğim...

15 Eki 2008

bayram

bayram tatilinin bir bölümünü zonguldak'ta geçirdim.
zonguldak'a giderken otobüs şöförü ve muavini, gecenin üçünde, çekirdek çıtlıyorlardı. şoför çitlerken kendinden geçmiş gibiydi. bir yandan tek elle direksiyonunu yönlendirirken, bir yandan da öteki eliyle hızlı hızlı çekirdekleri ağzına götürüyordu.
ön sırada oturan ben onları izlerken, bir insanın çekirdeğe olan aşkını ve tutkusunu anlamakta zorlanıyordum. özellikle muavinin tabakları boşalınca anında avuç avuç çekirdek ilave edişi, olayın şaşkınlığını yaşayan yanımdaki diğer yolcunun da bana anlamlı anlamlı bakmasını ve gülümsemesini sağladı. çekirdek çok lezzetli olmalıydı. şoför ve muavinin kafaları omuzlarının ardında kaybolmuş, bu ikisi ortadaki tabağa kilitlenmişlerdi.
yolculuğumun sonlarına doğru şöföre, "varmamıza ne kadar kaldı?" diye sordum , şöför muavinine, "kaldır yavrum şu çekirdeği," dedikten sonra bana, "on dakika daha var," dedi. sorum şöförü kendine getirmiş gibi görünüyordu...

zonguldak hakkında pek bilgi sahibi olamadım ama karadeniz'i bol bol seyretme olanağı buldum.
aşırı dalgalı olacağını düşündüğüm deniz çarşaf gibiydi.

üzerinde irili ufaklı balıkçı tekneleri vardı. orada balıkçılık çok yaygın olduğu için bu tekneler bazen sayıca çok oluyordu. büyük bir gemi limanın dışına demirlemişti. (dışına; çünkü, arkadaşım nalan'ın anlattıklarına göre, ancak böyle limana ödemesi gereken parayı ödemekten lurtulabiliyorlarmış.)

bütün bunları nalan'ın evinin penceresinden izledim.

deniz o kadar sakindi ki-
evin penceresinden her bakışımda yeni ve öncekilerden çok farklı bir manzarayala karşılaşıyor gibiydim.. teknelerin sayısı her bakışımda değişiyordu ama hiç onları hareket ederken göremedim, bu iş nasıl bir iştir anlayamadım. daire çizerek konumlanan teknelerin çorum'a vb. da yetecek kadar balık tutabiliyor olmaları garipti doğrusu.

akşamları nalan'ın eşi ayhan bize balık yaptı; bir akşam barbun, bir akşam da hamsi yedik. çok güzeldi.
bir kaç gün sonra nalan'ın kardeşleri de gelince yemekler daha da bir lezzetli oldu.
dört gün içinde o kalabalığa alıştım.

şimdi çorum'dayım.

masumiyet müzesini bir çırpıda okudum. bir ara, kitabın ortalarında sıkılır gibi oldum. bazen kendini tekrar ediyor gibiydi. fakat sonunu yeterince yaratıcı bulamadım. bir de kitap i (korkarak yazıyorum) ayakları yere basmıyordu sanki...
bayramdan sonraki ilk hafta sınıfta leyla gibiydim. yorgun, biraz gripli, biraz da heyecanlıydım galiba.

sideorderoflife'ı seyrederken, tekrar fotoğrafa ilgi duymaya başladım. yakında fotoğraf eşliğinde gerçek aşk hikayeleri yazmaya çalışabilirim(!) böyle bir işimn olmasını isterdim.

-endişeli peri ve hastalarımdan öğrendiklerim'in yazılarını özlemişim...

-emine'yle falcıya gittim ve çok eğlendim.

-iki gün önce nalan, süpriz bir doğum yaptı. her şey yolunda!

-benim hala internetim yok.

-sınıfta son derste telefonum çalınca öğrencim berkan kızarak, "kapat şunu ya!" diye bağırdı. ukala şey...