30 Ara 2007

2007'den 2008'e

lanet 2007 nihayet bitiyor.
2008'e yeni bir monitör, yeni bir laptop, yeni biiiiir fotoğraf makinasıyla başlıyoruz.
fotoğraf makinamız kırk dakikalık çekim yapabiliyor. hiç olmadığı kadar kendimizi 'izlemeye' başladık bu günlerde. meğer -bu açıdan bakıldıkta- olduğumuzu düşündüğümüzden daha başka imişiz de haberimiz yokmuş.

dolayısıyla erhaNBey'le aramızda şu tip konuşmalar yaşanması kaçınılmaz oluyor:
erhaNBey: milan, benim suratımın yarısı kaşmış yav, baksana...
milan: benim sesim gerçekten böyle mi erhan, tuhaf dii mi?
erhaNBey: çekiyorum..
milan: çekme...

26 Ara 2007

persepolis!





iranlı marjane satrapi'nin persepolis kitabını okudum. çok sevdim.
şurada marjane ile yapılan bir ropörtaj var. şuradan ve şuradan çizgi romanın filmine dair fragmanlara ve şuradan da yapım sürecine dair videolara ulaşılabilir.

25 Ara 2007

biraz da peynirli künefe

bayram dönüşü ufak bir depresyondan sonra, getirdiğim kadayıf ve tuzsuz dil peyniri ile hatay usulü peynirli künefe yapmaya karar verdim.

tarife uyma noktasında epey zorlandım. çünkü tarif ne derse desin, içimden bir ses ''hayır! biraz daha eklemelisin.'' diyordu. ama ben ne içimdeki sese ne de tarife uydum. örneğin tarifte, ''şerbete biraz limon damlatın'' diyorsa, içimdeki ses de, '' iki kaşık limon koy!'' diyordu. her adımda böyle bir sorunla karşılaştım. işimi tamamlayana kadar, canım çıktı.

derken, peynirli künefem hatay usulü olmaktan çok milan usulü oldu. bence fena değil. beNHayattayken de beğendi. limon biraz fazla kaçmış ama o da benim imzam olsun...

16 Ara 2007

ben kötüyken şunu okudum

köyün birinde bir yaşlı adam varmış. çok fakirmiş ama kral bile onu kıskanırmış...öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. "bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. bir sabah kalkmışlar ki,at yok. köylü ihtiyarın başına toplanmış: "seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...ihtiyar: "karar vermek için acele etmeyin" demiş."sadece at kayıp" deyin, "çünkü gerçek bu. ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? bunu henüz bilmiyoruz. çünkü bu olay henüz bir başlangıç. arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."

köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş... meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler."babalık" demişler, "sen haklı çıktın. atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.." "karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "sadece atın geri döndüğünü söyleyin. bilinen gerçek sadece bu. ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. bu daha başlangıç. birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler...bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeyeçalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.
köylüler gene gelmişler ihtiyara."Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. oysa sana bakacak başkası da yok. şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. ihtiyar "siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş."o kadar acele etmeyin. oğlum bacağını kırdı. gerçek bu. ötesi sizin verdiğiniz karar. ama acaba ne kadar doğru. hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. köyü matem sarmış. çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.

köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..." "Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "oysa ne olacağını kimseler bilemez. bilinen bir tek gerçek var. benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... ama bunların hangisinin talih, hangisinin şnssızlık olduğunu sadece tanrı biliyor."

lao tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlamış: "acele karar vermeyin. hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. karar; aklın durması halidir. karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. buna rağmen akıl,insanı daima karara zorlar. çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. oysa gezi asla sona ermez. bir yol biterken yenisi başlar. bir kapı kapanırken, başkası açılır. bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."

15 Ara 2007

'dibe vurdum.' cümlesini hep duyardım da dağarcığımda hiç yeri olmazdı. şu an ise öyle bir hissediyorum ki kendilerini.

'bana şans dile' de ölüyor zaten...

bazen delirmek gerek.

bu hafta yerli malı haftası'ydı. bu nedenle okulumuzda çoğu sınıf yemek verdi. garson vazifesi gören biz öğretmenler, kantinde, uzun tenefüste dinlenirken , müdür yardımcısının gelip şaşkın ve sakar haliyle anlattığı olay, hepimizi epey güldürdü:

'' 6/b sınıf öğretmenleri pınar hanım, öğrencilerden, getirdikleri koladan biraz içmek istemiş. öğrenciler vermekte tereddüt edince, '' ne iş?'' demiş. öğrencilerin elinden şişeyi alarak, bardağına biraz boşaltmış ve ağzına dikmiş. dikmeyle ağzından çıkarması bir olmuş. çünkü içtiği sıvı; ev yapımı kırmızı şarapmış. yani 6. sınıf çocukları yerli malı haftasını kutlamak için sınıfa kırmızı şarap getirmiş. mutaassıp olan pınar hanım, o kadar şaşırmış ki, sıvının şarap olduğunu önce anlamamış. müdür yardımcısına ''bu ne ya?'' diye sormuş. müdür yardımcısı da şaşkın şaşkın, ''şarap!?'' demiş.
her ikisi de soluğu, şarap getiren öğrencinin yanında almış. ''

müdür yardımcısı olayı bize aktarırken, ''bardağın üçte birini içtim, yemin ederim şarhoş oldum.'' dedi. ardından öğretmenlerden biri de, '' getir şunu da biraz demlenelim.'' deyince biz sıradan öğretmenleri bir kahkaha sardı ki sormayın...

11 Ara 2007

buket diye bir öğrencim, korumalarıyla (kız arkadaşları) birlikte ağlayarak, yanıma geldi. öyle bir ağlıyordu ki, sesi koridorda yankılanıyordu. ''eyvah! çok kötü bir şey olmuş olmalı.'' diye düşünürken buket bağıra bağıra '' size bir şey söyleyeceğim, ama kimseye söylemeyeceksiniz!'' dedi, arkasından derdini anlatmaya başladı. etrafımıza toplanan öğrenci ve öğretmenler, sus pus olmuş, merakla diğer cümleleri bekliyordu. öğrencileri kastederek 'dağılın!' dedim ve cümlemin sonunu içimden ''lan eşek oğlu eşekler'' diye getirdim.

normalde bu küfrü kullanmam. fakat geçenlerde ben nöbetçiyken, beden eğitimi öğretmeninin, bir öğrencinin arkasından sinirli fakat sessizce ''eşek oğlu eşek!'' dediğini duydum. beden eğitimi öğretmeni de arkasını döner dönmez beni farkedince, benim bir anlık şaşkınlığımdan ve onun bir anlık utancından sonra, öğrencimizin karşısındaki çaresiz durumumuz birden çok komik geldi ve karşılıklı gülüştük. dolayısıyla, sessizce 'eşek oğlu eşek' demek, şimdilik bana komik geliyor.

her neyse, buket'i önce boş bir odaya aldım. onu sakinleştirmeye çalıştım. önemli bir olayın eşiğinde olduğumu düşündüğümden buket'e annesini çağırabileceğimi söyledim. fakat o kabul etmedi. sadece bana söyleyebileceğini belirtti. tabi hıçkırıklar boğazında düğümleniyor, ses tonuna hakim olamıyordu:
'' öğretmenim berkan var ya? beni seviyormuş. ben bunu bilmiyordum, tüm sınıfa söylemiş. ama o, daha önce de 3 sınıfta zehra'yı, 2. sınıfta da fulya'yı seviyordu. berkan hep bunu yapıyor. sürekli yanıma gelip oturuyor, derste ' ben buket'e yardım ederim.' diyor. ben ne yapacağımı bilmiyorum. pencereye çıkıyorum, o da yanıma geliyor. aileme nasıl söyleyeğim ben?'' diye feryad figan ediyordu.

bu arada ben rahatlamış durumdayım. çünkü çok kötü bir olay bekliyordum. rahatladığımı ve biraz da eğlendiğimi buket' e hissettirmemeye çalışarak:
'buket, berkan akıllı çocuk, rahatsız olduğunu söylersen, bir daha seni rahatsız etmez. hem abartılacak bir şey yok, ailene ne demeği düşünüyorsun ki?' diye karşılık verdim. fakat buket, elleriyle yüzünü kaplayıp, hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam etti.

her iki taraf da işi ciddiye almış gibi gözüküyordu.

berkan'ı çağırdım. buket berkan'ı görünce ağlaması iki kat arttı. rahatsızlıklarını ağlayarak ve kızarak berkan'a takrarladı. bu sefer berkan da ağlamaya başladı. berkan ' hayır, ben rahatsız etmedim.' deyip duruyordu.

ben biraz bunalmış durumda; ne demem gerektiğini bilmeyerek '' yeter, ikiniz de birbirinizden özür dileyin!'' dedim. her ikisi de birden sustu. buket'i gönderdikten sonra berkan'a özgürlükler konusunda küçük bir nutuk çektim. berkan da üzgün halde sınıfa gitti.

berkan daha sonraki derste, 'öğretmenim, bir şey söyleyeceğim ama kızmayacaksınız.'' dedi. 'eyvah, ne diyecek acaba?' diye düşünürken; bu konuda kararsız olduğumu belirttim. o da cevabımı takmayarak ' ben biraz sıkıldım.' dedi. hep birlikte güldükten sonra, berkan'ı o an yaptığımız etkinlikte görevlendirdim.

10 Ara 2007

tarihi, toplumsal tarih ve popüler tarih dergileri sayesinde sevdim, diyebilirim. okulda öğretilmek istenen tarihten hiç bir şey anlamazdım. savaş tarihlerini hala karıştırırım. bu konuda kendime güvenemem.

özellikle, selçuklular, osmanlılar dönemindeki savaşlar ve sebepleri, savaşların önemi, sonuçları, tarihteki ilk antlaşmalar, ilk devletler öyle anlatılırdı ki, kuru, hikayesi olmayan, anlamsız bilgiler gibi gelirdi. şimdi ise tam tersini düşünüyorum. fakat ilgim artsa da bilgilerim bazen çok güvensiz olabiliyor.

bugün, sosyal bilgiler dersinde 1. dünya savaşı'nın sonları ile kurtuluş savaşı'nın başlangıcını anlatıyordum. 'çanakkale zaferi'nden sonra şu oldu, bu oldu' derken 'm. k. atatürk 9. ordu müfettişi olarak 19 mayıs 1919'da samsun'a çıktı.' dedim. sınıftan aysu diye bir öğrencim 'hayır öğretmenim, 5. ordu müfettişi olarak samsın'a çıktı.' dedi. o an benim için dünya durdu. ''aha! yakalandım, '' diye kalbim küt küt attı. kısık bir sesle 'öyle mi?' dedim. halbuki derse başlamadan önce ne kadar çalışmıştım. aysu da beni uyarırken o kadar kendine güvenliydi ki, azıcık olan güvenimi yerle bir belirtti. ders sonuna kadar atatürk'ün müfettişliği ile ilgili bir cümle kurmamaya dikkat ederek konuyu bitirdim. dersin sonunda gizlice kitaba baktım; 9. ordu müfettişi, yazıyordu.

9 Ara 2007

bana şans dile (wish me luke)

orta okul yıllarımda trt'de 'bana şans dile' adında çok sevdiğim bir dizi seyrederdim. lakin 2. dünya savaşı yıllarında iki casus kızın maceralarının anlatıldığı bu dizinin hiç bir karesini hatırlamıyorum. hatırladığım tek şey; seyrederken yada diğer bölümünü beklerken yaşadığım duygularım.

hatta bloğumu güncelemeden önce bu dizi ile ilgili bir kaç yazı okudum. dizinin resimlerine baktım. benim seyrettiğim diziyle hiç bir bağlantı kuramadım. sanki kızlar daha güzeldi, renkler daha pasteldi. herhalde 'bana şans dile' adında casusluk olaylarının anlatıldığı başka bir dizi yoktur. sonuçta diziyi hatırlamıyorum ama sevdiğimi hatırlıyorum.

kafamda orijinali bulunan(!) bu diziyle alakalı olarak 'şans' sözcüğünün bende ayrı bir yeri vardır. nerde görsem hemen dikkatimi çeker.
bugün markete gittiğimde de, girişte indirimli bölgede, dikdörtgen biçiminde kesilmiş renkli kartondaki ''şans bitkisi, 1.5 ytl' yazı dikkatimi çekti. gözüm, yazının hemen altındaki cam kavanozun içindeki bambooları gördü. şans sözcüğünün şerefine ben de bir tane aldım.

internetin olanaklarını yeni keşfeden ve hala küçük bir resmi bile indiremeyen biri olarak, şans getiren bamboolarla ilgili küçük bir araştırma yaptım:
şans getiren bu bambooların hikayesi, eski çin geleneklerine uzanıyor.
çin geleneklerine göre güzel bir yaşamın üç ana maddesi varmış; mutluluk, uzun ömür ve bollukmuş. çinliler, bamboo bitkisinin bu üç nimeti evlerine getireceğine inanırlarmış. aldığın bamboo sayısı değişik anlamları ifade ediyormuş:

3 bamboo; mutluluk, bolluk, uzun ömür,
6 bamboo; başarı ve refah
7 bamboo; sağlık
8 bamboo; büyümeyi ebedileştirmek
10 bamboo; tamamlılık ve mükemmellik...

bu durumda bir tane bamboo aldığıma göre, bana pek bir şey kazandırmayacak gibi görünüyor. yarın üçe tamamlasam desem de; normalinden ucuz olduğu düşünülen bamboolar çooktan tükenmiştir. ertesi güne hiç bir şey kalmaz.

en iyisi, bir tane olan bambooma, sevdiğim diziyle örtüşen ' bana şans dile' ismini takayım da onunla aramda özel bir bağ oluşturayım. yapraklarını hiç kesmeyeyim de bana gelecek olan şansı ve bereketi yok etmeyeyim.

6 Ara 2007

bu gün okulda öğle sonu halk oyunları egzersiz çalışmam vardı. çocukları koridora topladığım sırada, dış kapıdan bir bağırtı geldi; 'A..NA GODUĞUMUN ÇOCUĞUUU!!!'

'ihh!, aman! bu da ne?' diyerek etrafıma bakındım. önce çocuğu gördüm; omuzları iyice düşmüş, sapsarı kesilmiş bir vaziyette arada arkasına bakarak merdivenlere doğru seyirtti. korkudan ve utancından etrafına bakamıyordu. o merdivenlerde, çocuğun hayatının heba olup gittini hissettim.
sesin sahibi de arkadan çocuğu takip ediyordu. elinde uzun bir hortum olmasına rağmen beklediğim bir canavara benzemiyordu. tam tersine adamın görüntüsü, üzerindeki eskimiş ceketle, düşük omuzları ve zayıf bedeniyle bana çok dokundu. ikisinin durumu çok ağırdı.

sonradan edindiğim bilgilere göre; çocuk 'matematik kursuna gidiyorum.' diye, her gün babasından aldığı parayı internet kafede harcıyormuş. okulun şikayeti üzerine baba, çocuğu takip ediyor, internet kafede yakalıyor. bunun üzerine de çıldırıyor. elindeki hortumla, yolda döve döve okula getiriyor.
o an okulda hayat durdu, herkes film seyrediyordu.

çıldırmak an meselesi...

5 Ara 2007

3 Ara 2007

akşama doğru, şöyle bir yürüyeyim dedim. özellikle müstakil evlerin olduğu sokaklardan geçmeyi tercih ettim. burnuma bazen yemek kokuları, bazen de yeni yanmaya başlamış olan kömür kokusu geldi.

kömür kokusu bana gençliğimi hatırlattı. ilk defa üniversiteye gittiğimde tanımıştım kömürü ve kokusunu. çünkü bizim oralarda kömür yakılmazdı. kışları sert geçmediğinden, odun tercih edilirdi.
akşam üzerleri, güneşin solgun ışınları eşliğide, o kıraç dağların çevrelediği burdur sokaklarında yürürken tanımadığım kömür kokusu, bulunduğum yere ne kadar yabancı olduğumu hissettirirdi. annemi özlerdim o zaman.

şimdi de kömür kokusu, bu leblebi diyarında ne kadar yalnız olduğumu hissettirdi tekrar.