16 Kas 2014

hâl

Sabahları artık erken kalkıyorum. Daha doğrusu göz kapaklarım kendiliğinden açılıyor. Ve aynı anda içimde bir hüzün de güne merhaba diyor.  Sebepsiz yere ama belki de gördüğüm rüyalardan olsa gerek, sürekli içimde bir hüzünle uyanıyorum.  Bir nevi hastalık gibi. Annemde de var çünkü. Ne zaman onunla güzel bir sohbete dalsak laf arasında, “ne yaparsam yapayım hep içimde bir sıkıntı var,” der. Şimdi mirasını ben devraldım.

Ne mi yapıyorum? Çok çalışıyorum. Sabah akşam öğrencilerle ilgili çalışmalar yapıyorum ve zevk de alıyorum. “Fakat bu normal değil.” diyor  erhanbey. Evet belki de. Sigara tiryakiliği gibi bi şey. Sevdiğimi sanıyorum ya da daha çok sevdiğim bi şey mi yok anlamadım. Sonuç olarak bu haldeyim. 

Bunun yanında problemli velilerle uğraşıyorum. Bunu sevmediğim kesin. Çünkü, problem çözebilecek veya yardım edecek durumda değilim. Büyütüyorum sadece:)

Sürekli içimden “hayat zor” diyorum. Pelesenk olmuş dilime. Nerden çıktı bu?! Öğretmen arkadaşımla konuşurken her seferinde “hayat zor!” diye karşılık veriyorum. Bazen tam bunu söyleyecekken kendimi tutuyor ve “ olabilir böyle şeyler!” diyorum. Birine bakarken bile içimden bu cümle geçiyor. Tespih gibi oldu.

Geçen gün bir öğretmen arkadaş okulda bize kahvaltı hazırlayacağını söyledi ve hazırladı. Biz bir şeyleri hızlıca götürürken o,” şunu burdan aldım, bunu almak için taa bilmem nereye gittim, şu kadar para verdim…” gibi cümleler kuruyordu. Ben ise susuyor gibi görünmekle beraber içimden her cümlesine “hayat zor, hayat zor.”diye karşılık veriyordum. Yordum kendimi. Bırakacam bu lafı. Kendimi hazır hissedince tabi.


Hava çok güzel bugün. Yürüyüş yapsak, bir yerde kahve içsek iyi olur…

4 Ara 2012

tükeniş


kahvaltı yapmak için heyecanla yataktan kalkıyorum. özellikle sıcak çayımı elime almak ve o sırada dizimax’i seyretmek odaklanabildiğim, istediğim tek şey oluyor.

bu sabah, dünden kalma,  fırında pişirdiğim kırmızı bursa biberi vardı. onu kabuğundan ayırdım ve küçük dilimler haline getirdim. yine dün fırında pişirdiğim sarımsak tanelerini ezdim. kırmızı biberin üzerine koydum. aşağı çekmeceden nar ekşisini aldım ve yine üzerine birkaç damla döktüm. haa! zeytin yağını unutmadım ve yine üzerine döktüm. karıştırdım.  görüntü iştahımı kabarttı. sabırsızlandım. çatalla azıcık tadına baktım. tam da damağıma göreydi.

öte yandan çay, ıslık çalarak demlememi bekliyordu. isteğini hemen gerçekleştirdim. bir tane de karanfil attım. ohh miss..

ekmek olmalıydı. yoksa hayatta aşağı inmezdim. güne,  markete giderek , başlamak istemem, moralim bozuluyor. henüz insanlarla karşılaşmaya hazır değilim.

neyse ki ekmeği, sepetin içinde saklanmış halde buldum. ona gıcık oldum çünkü bir an olsa bile, ekmeksiz kahvaltı fikri canımı sıktı. anladığınız gibi, aşağı inmektense, ekmeksiz kahvaltı yapmaya hazırdım.

annemin yeşil , taşla kırılan zeytinlerini sudan geçirdim. çok parlak görünüyorlardı. onları daha çok leblebi gibi atıştırmayı seviyorum.

küçük bir kaseye biraz bal koydum.  balı sevemedim gitti. fakat ona alıştım diyebilirim. ağzımda bıraktığı yoğun şekerli tadı sevemedim.  yine de her sabah iki kaşık bal yemeğe dikkat ediyorum. güya beni güçlü tutacak ve hiç grip olmayacaktım.

her şey hazır mı? değil. çiçekli masa örtüsünü, televizyon karşısındaki sehpanın üzerine yayıyorum. biberimi, zeytinimi, bal kasemi ve çayımı sehpaya diziyorum. nevalem az ama ferah görünüyor. bir an doymayacağımı düşünüyorum ama tembelliğimden, başka bi şey yapmak istemediğimden, kendimi ikna ediyorum. Bol tahıllı ekmeğimi de çok yersem doymamak için neden kalmaz.

sırasıyla, önce sehpa, sonra televizyon önümde duruyor.  veep  başlıyor, yaşasın!
ekmek dilimini ikiye bölüyorum. biber tabağına dolduruyor, ağzıma atıyorum. parmaklarıma zeytin yağı  bulaşıyor ama ben , peçeteyle hemen siliyorum. bir yudum çay, birkaç leblebi niyetine zeytin.

genellikle, en sevdiğim şeyleri, en sona saklarım. sanki doyduğumda onların gerçek tadını daha iyi kavrayacağımı düşünürüm. çünkü açken amacın, sadece mideni yatıştırmak oluyor. ama bu sefer bal hiç cazip gelmiyor, onu yemek istemiyorum.

biberleri ağzıma dolduruyor, ekmekle suyunu banıyor, çayımı yudumluyorum. yalnız  bunları yaparken,  sehpaya doğru eğilmiş olduğumdan boynum ve sırtım  ağrımaya başlıyor. çayımı alırken sırtımı dikleştiriyorum, boynumu sağa sola çeviriyorum. biraz işe yarıyor.en azından kısa bir süre için.

fakat düşündüğüm kadar yavaş olamıyorum. biber ve zeytin eş zamanlı tükeniyor. çayımı tazeliyorum. balı da okula gitmeden hemen önce yemeği tasarlıyorum. dizi reklama girince topluyorum. sofra örtüsünü silkeliyorum. önce olduğu gibi sıkıştırıp koymak istiyorum ama sonra vazgeçiyorum. katlayıp çekmeceye koyuyorum. aceleyle kanepeme yerleşiyorum. öyle ki ‘two and half man’ deki kanepede oturduğumu zannediyorum. zira bu dizide çekimlerin çoğu kanepede oluyor.  ben de evde geçirdiğim zamanımın çoğunu burada geçiriyorum. gri kanepe.

zaman hızla tükeniyor. saate bakıyorum; 11:00. hazırlanmam gerekiyor. istemesem de kalkıyorum. gözüm televizyonda, dişlerimi fırçalıyorum. elbiselerimi değiştiriyorum. hafif makyajımı yapıyorum. düşüyorum yola.
okulun öğretmen odasına her girdiğimde zümrem selahattin bana, ‘milaaan, miilaaan, hoş geldin!’ diye ünlüyor. ben ise sadece içimden, ‘selaaahattin selahaaattiin!’ diyebiliyorum. gerçekte ise sessizce ‘merhaba hocam’ diyorum. çünkü o benden 30 yaş kadar büyük. benim için yaşın önemi yok tabi ama onun için önemli. çünkü bir ara ona öyle hitap ettim ve o hiç gülmedi. ben de bir daha yapmadım.
işte bu kadar. her günüm böyle geçiyor. bilin istedim.


6 Eki 2012

kurallar

sıramızın önüne geçmeye çalışırsa nazikçe uyarmamız gerektiğini anlatıyordum. öğrencim ege'ye, 'biri ısrarla önüne geçmek istedi, ne yaparsın? 'ege de 'bak oğlum git, derim' dedi.

30 Tem 2012

29 Tem 2012

28 Tem 2012

urla..

her kahvaltıda, 'yarın denize gidelim' planını yapıyorduk.böylece uzun ertelemelerle ancak 'iki hafta' sonra  saat on altıda yola düşebildik. navigasyonu da yanımıza aldık. aslında yolu biliyordum, daha önce gittiğimiz gibi, çeşme, çeşme diye tabelaları takip edecektim, urla yazan yerden de sapacaktım. aslında navi'ye ihtiyaç yoktu ve ona hiç güvenmiyordum. daha önce onu her denediğimde, 'sağa sap' diyeceğine, 'sola sap!' diyordu. yanlış komutlar beni çok sinirlendiriyordu çünkü dört yüz lira vermiştim ona. görmek dahi istemiyordum. yanlış mı yüklenmişti ne?

erhan, 'navi'yi kuralım mı?' dedi, 'gerek yok,' dedim ve gerçekten de, çeşme çeşme, deyince urla diye yazıyor, oraya da varıyorsun. vardığımızda saat beşti.


hava hala çok sıcaktı. biz de acıkmıştık. öncei gelişlerimizden bildiğimiz yerde balık ekmek, yedik.

gözüm, daha önce lokmalarımızı ağzımızdan çalmaya cüret edebilecek kadar cesur ördekleri aradı ama bu sefer yoktular. nerede takılıyorlar acaba?

yüksekçe, denizin hemen kıyısında bir masaya . oturduk. uzun uzun denizi seyrettik. ohh mis gibi. kalabalık da değil..

sıcaktan mı nedir, deniz gözüme bulanık geldi. bir tarafta yosunlar bir tarafta insanlar yüzüyordu. köpük gibi bir şeyler de vardı. acaba  insanlar mı denize işiyordu? bu yüzden mi bulanık görünüyordu? fakat umursamadık. biz de atladık denize.

su, ılıktan çok sıcak gibiydi. termal su farz edip yüzmeye devam ettik. yüzdük, yüzdüm, yüzdüm.selülitlerim erisin diye bir yılda yapmadığım egzersizleri yaptım. o gün bitecekti selülit derdi. çılgındım: aç bacakları, şimdi de yukarı aşağı yüz, nefes al, ver, tamam şimdi de..

erhan ise suda daha çok kalabilmek için çabalıyordu. konuştuğunda ya da güldüğünde kafası yavaş yavaş suya gömülüyordu. sonra hemen ayaklarını basabileceği kıyı bölgelere doğru arkasına bakmadan geri yüzüyordu. 

tekrar yanıma geldiğimde, onu rahatlatmaya çalıştım:
'bak şimdi,' dedim.'kendini kasma, rahat bırak, kastıkça batarsın. bak bana, bacaklarımı bile oynatmadan durabiliyorum. sen de yapabilirsin, düne kadar ben de öyleydim' derken erhan, ' tamam da, ben senin iki katın kadarım.' deyiverdi ciddi ciddi..

dediği şeyin anlamsızlığının farkına vardık ve gülüştük. tekrar batmaya başladığı için erhan geri döndü. ben de egzersizlere devam ettim.

akşamın karanlığında tekrar yüzmek istedim ve atladım canım denize. suyu serinlemiş,köpükler yok olmuş, bulanıklık yerini berraklığa bırakmıştı. tepede ay ve yıldızlar. denizde yalnızdım. karşımda erhan oturmuş beni seyrediyordu. 'gel!' dedim ama istemedi. omuz silktim. yüzmeye devam ettim. sarılma anında hissettiğim sıcaklığı o an hissediyordum. suyla sarmaş dolaş gibiydik. mutluluktan uçuyordum..

dönme vakti gelmişti.kafenin ikramı kahveyi yudumladıktan sonra, tekrar görüşmek üzere, arabamıza bindik. saat 21:30'du.

fakat otobanı bulmalıydım. tabelalar yön gösterir umuduyla yol almaya başladık. git git, tabela yok. şehir içinden, yani deniz kıyısından ilerliyorduk. böylece balçova'ya kadar gider ama bornova'yı bulamayabilirdim: en iyisi otoban! oradan rahat bulurum.

25 km ilerideyken ,erhan  navi'yi çıkardı, rotamızı belirledi.
kadın, dönmem üzerine emirler yağdırıyordu. ben ise,' niye döneyim yaa?'diye kuşku içindeydim. güvenmiyordum ona! ama risk almaktan başka şansım yoktu, yoksa iyice karışabilirdi.
sonuçta ikimiz de onun dediğini yapmaya karar verdik.

'yine yanlış yere götürüse allahıma vuracam, kıracam lan, umrumda değil hiç bi şey valla..' diye mırıldanıyordum. lakin bir baktık ki, biz yine urla- gelinkaya'ya geri gelmişiz. tam o sırada, erhan navi'yi aldı ve kurcaladı. sonra hiç ara vermeden, yanağıma bir öpücük kondurdu: 'yaa, ilk adresi silmemişim de  o yüzden geri getirdi' dedi.

demek ki navi nin günahı yoktu. meğer insan hatasından hep yanlış yere götürmeler..
naviye o an duyduğumuz saygı ve sevgi had sahfadaydı.

erhan yeniden kurdu. yine geri döndük, otobana çıktık. fakat ben, kısık gözlerle pis pis  erhan'a baktım.

kgs kartımızı da başarıyla kullandık, eve de vardık. saat: 23:30 idi.

21 Tem 2012